Osmanlı Devleti'nin uzun ömürlü oluşu, toplumun huzur ve barışıyla doğrudan irtibatlıdır. Bu sırları keşfetmek gerekir. İnsana saygı medeniyeti de diyebileceğimiz, Osmanlı’nın aile, toplum ve mahalle hayatındaki güzelliklerden küçük bir demet sunarak, bugün neleri kaybettiğimizi daha iyi anlayabilir ve hiç olmazsa elimizde kalanları muhafaza adına bir gayret uyandırabiliriz.
Osmanlılarda aile genişti. Çocukların İslâm ahlâkıyla terbiye edilmesine, geleneklerimize ve mânevî birikimlerimize göre yetiştirilmesine çalışılırdı. Bu geniş ailelerde, Kur'an-ı Kerim okuyan dedeler, Sahabilerin cenklerini anlatan nineler, göz nuruyla hat çoğaltan amca ve dayılar, zerâfet ve nezâketin timsali teyze ve halalar, çocuklara güzel örnek olurlardı.
Evde çocuklar dahil kimse ayakta yemek yemezdi, önce eller yıkanır, sofraya birlikte oturulur, evin en büyüğü başlamadan, yemeğe kimse başlamazdı. Büyük anne veya büyük baba yemeğe başlarken herkesin hatırlaması için besmeleyi yüksek sesle çeker, sofradan kalkılırken "hayırların fethi, şerlerin def'i için" Fatihalar okunurdu.
Kimsenin yüksek sesle konuşmadığı, huzur ve sükûnun hâkim olduğu bu evlerde; edeb, mahviyet, cömertlik, âdeta gözle görülürdü. Bunların çoğu tasavvuf terbiyesinin evlere nakış nakış işlenmesiydi. Akşamları huzur sohbetleri yapılır, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler okunurdu. Hele Ramazan ayında evler sanki birer cennet köşesiydi. İftarlar beraber yapılır, bu iftarlara gayrimüslim komşular da çağrılırdı.
Mahalleler, içtimaî birer mektep; güzel ahlâk ve edebin estetiğe dönüştüğü yerlerdi. Ahşap evlerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, yüksek duvarlarla çevrili, bahçe içinde gün görmüş evler… Bacasına leyleklerin yuva yaptığı, duvarlarını mor salkımların kapladığı, cumbalarında rengârenk çiçeklerin kendilerini sergilediği şu iki katlı ev, asmalı konak, çeşme, sebil, güdük minareli cami, taş mektep, mahalleye ne kadar yakışıyordu.
Daha yaklaşırken geniş saçakların çevrelediği evlerin bir kısmının çatal kapısında ay ve yıldız görülür ve bu evden birisinin hacca gittiği anlaşılır, arkadan da "Allah gitmeyenlere de nasip etsin." duaları edilirdi.
Osmanlı sokaklarında dolaşırken o güzelim cumbalı ahşap evlerin pencerelerinde çiçekler görülürdü. Onlara da çeşitli mânâlar yüklenmişti. Meselâ pencerenin önündeki sarı çiçek; "Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca sessiz geçin." mânâsına gelmekteydi. Çiçek kırmızı ise; "Bu evde evlenme çağına gelmiş genç bir kızımız var, sakın ola kötü bir söz edip de, onun kalbini ve ruhunu incitmeyin." demekti.
Evlerin kapı tokmakları, penceredeki çiçeklerin gösterdiği mânâdan geri değildi. Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.
Hayatın sadeliği mahalleye de damgasını vururdu. Gözü tırmalayıcı hiçbir şey görülmez, insanlar birbirine hürmet eder, selâm verirdi.
İnsana saygı medeniyeti, bütün mahalleyi sarmıştı. Herkes birbirini tanır, zengin fakiri korur, fakir de zenginin malına göz dikmezdi.
Mahalleli arasında bir ihtilâf çıkarsa, kadıya gitmeden önce imama gidilir, imam da meseleyi hukukî olarak çözmeden önce, sulh yolunu tavsiye eder ve yapılan tavsiyeye de ekseriyetle uyulurdu.
Komşu hanımlarca, mahalleye yeni taşınan bir aileye, "Hoş geldiniz, safalar getirdiniz"e gidilir, çocukların başı okşanır, ebeveynlerine de "Allah size ne güzel güller vermiş." diye iltifat edilirdi. Evin çocukları büyük ise, el işlemeli tablo götürülürdü.
"İbadette bulanlar buldu Hakk'ı,
İbadetsiz kimin var, Hak'ta hakkı…"
mısralarının işlendiği tabloyla, mükellefiyet çağına gelmiş çocukların dikkatleri ibadete çekilirdi.
Ev sahibesi ikrâmda bulunur, çeşitli meyvelerden yaptığı şerbetleri misafirlerine sunarken, gözünüz duvardaki hüsn-ü hat tablosundaki şu söz incilerine takılırdı;
"Bu da geçer yâ hû!"
yahut
"Mala, mülke mağrur olma,
Deme, var mı ben gibi?
Bir muhalif rüzgâr eser,
Savurur harman gibi"
Her an, her şey değişir, istikrâr Cenab-ı Hakk'a mahsustur demekten, kendinizi alamazdınız. Misafirin rızkı ile geldiğine ve ev sahibinin günahlarının affına vesile olduğuna inanılırdı. Misafir uğurlamada da ayrı bir zerâfet vardı. Kalkış vakti geldiğinde "Hakkınızı helâl ediniz, zahmet verdik." denir, ev sahibi ise; "Yine buyrunuz, misafirliğinizden memnun kaldık." derdi. Evden çıkanların ayakkabılarının uç kısmı, evin içine dönük hâle getirilir, böylece misafirlerden memnun kalındığı, onların tekrar davet edildiği ve ziyaretten duyulan memnuniyet belirtilirdi. Hem bu şekilde ayakkabı giyilirken misafirin sırtının ev sahibine doğru dönmesi de engellenirdi.
Mahallede birisi öldüğünde, cenaze evine ilk önce kıble istikâmetindeki komşusundan olmak üzere, bir hafta, on gün yemek yollanır, kimse onlara işittirecek tarzda gülüp, eğlenmezdi. Böylece komşunun acısına ortak olunurdu.
Bayramlarda mahalle kabristanına topluca gidilir, burada ziyaretler yapılır ve dualar edilirdi. Kabristandan bir ot bile koparmak hoş karşılanmazdı. Osmanlı mezar taşı mimarisi bile, insana saygı üzerine inşa edilmişti. Yaşayanlara verilen değer ölüye de verilmişti. Mezar taşları, edep ve zerâfetin bütün inceliklerini gösteren birer sanat ve edebiyat şaheseriydi. Topluma yön veren ilim erbâbının mezar taşındaki başlık, ulemânın işareti olan kavuk şeklinde yapılırdı. Böylece ilme ve ulemâya hürmet mezar taşlarına bile işlenirdi.
Osmanlı insanı, yaşarken kendini Sonsuz Kudret karşısında sıfır gördüğünden çokları mezar taşlarına üç harften ibaret olan "Hiç"i yazdırmıştı.
Sabah dükkânlar besmele ile açılırdı. Eğer iş yeri bedestende ise topluca dua edilir, kahvaltı yapılır, sonra alışverişe geçilirdi. Kanaat en önemli esastı. Pazarlık, ayıp sayılır. "Daha aşağı olmaz mı?" dense, "Ben hırsız değilim." denirdi.
Birçok bedestenin mescidi vardı. Mescidin bütün ihtiyaçları bedesten esnafı tarafından karşılanırdı. Hemen yanı başında yüksekçe bir yerde, tepesi çukur, mermerden yapılmış sadaka taşları vardı. Hayır sahibi, kimseye hissettirmeden sadakasını buraya koyar, ihtiyaç sahibi ise, ihtiyacı kadarını minnetsizce alır giderdi. Mescitlerin haziresinde mezarlık olurdu. Ölümü unutup, dünyaya dalmama temel anlayıştı.
Esnaf bağırıp çağırmaz, müşteri rahatsız edilmezdi. Ayrıca esnaf, müşteriye bir ev sahibi gibi muamele eder, çeşitli ikramlarda bulunur, sonra alış-verişe geçilirdi. Ölçü ve tartıda hile yapılmaz, kalitesiz mal kaliteli diye satılmaz, malın ayıbı ve kusuru alıcıya önceden söylenirdi.
Hasılı, bu muhteşem medeniyet; Cemil Meriç 'in ifadesiyle "büyük adam değil, insan-ı kâmil ve mükemmel bir toplum" yetiştirmişti.
---
Yukarıdaki yazı netten alıntıdır.
Aslında yazmak istediğim şey başkaydı. Osmanlıda kapıya asılan sarı gülün manasını araştırırken bu güzel yazıyla karşılaştım. Okudum çok beğendim ve hemen paylaşmak istedim. Ne muhteşem bir yaşam. Ne çok güzel değerlerimizi yitirmişiz farkında olmadan. Ben sözü fazla uzatmayacağım zaten yazıyı yazan herşeyi o kadar güzel anlatmışki Rabbim bizlerede Fatihler yetiştircek anneler olmayı nasip etsin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder